Resulullah’ın Medine’ye hicretinin altmış birinci yılının birinci ayının onuncu günü, Ebu Abdullah Hüseyn bin Ali komutasındaki yetmiş küsur fedai, Kûfe’nin seksen kilometre kuzeyinde, Fırat nehrinin üç yüz metre batısında, ıssız Kerbelâ çölünün kavurucu sıcağı altında, savaş düzenine girmiş binlerce Kûfeli askerden oluşan dev gibi bir ordunun önünde, mızrakları eğri gösterecek kadar dimdik durmuş bekliyorlardı. Güce meydan okurcasına, dimdik ve kararlı...
İmam Hüseyn, üzerinde yakasız beyaz gömleği ve siyah sarığı vardı. Yalınayaktı. Çadırdan çıkıp savaş meydanına doğru yürümeye başladı. Gözünü hedeften ayırmadan ağır adımlarla en öne geçti. Hâlâ ileriye doğru baktığı halde elini kaldırıp hemen yanındaki oğluna seslendi,
“Atımı getirin!”
Ali, atı getirip beklemeye başladı. Kûfeli süvariler öne doğru ilerlemeye başlayınca bir elinde Kur’an olduğu halde ellerini göğe doğru kaldırdı;
“Allah’ım!” dedi, tüyleri diken diken eden bir içtenlikle.
“Her üzüntüde, her sıkıntıda, her darlıkta tek güvencim, tek ümidim sensin! Her işimde tek dayanağım yine yalnız sensin. Senin indirdiğin musibetlerden; dostları ürkütüp ayıracak, düşmanları sevindirecek, kalbe ağır gelecek ne kadar keder varsa hepsini yalnız sana arz ederim. Senden başkasından yüz çevirip seni ister, sana yönelirim. Darlığı genişletecek, tasaları kaldıracak ancak sensin. Dileğim ve isteğim sendendir, şikayetim yalnız sanadır!”
Zulüm ve adaletsizlik karşısında tarihteki en büyük kıyamı anlatan bu kitap, okuyucuya Kerbela'yı çok farklı açılardan görmesine olanak sağlamaktadır.